Kimimiz, öldükten sonra bir hayata sahip olacağımızı veya doğmadan önce bir hayata sahip olduğumuzu düşünür. Bir çoğumuz inanır ki; yeryüzüne gelmiş veya gelecek olan tüm insanlar yeryüzünde henüz canlı yokken bir hayata sahiptiler ve şimdi onlar adeta camdan bir fanusun içinden kura usulünce seçilirmişçesine yeryüzüne serpiştiriliyorlar. Ailelere, milletlere, coğrafyalara dağıtılıyorlar.
Düşünüyorlar ki; doğmadan önce herkes eşitti, tüm ruhlar aynı cevhere sahipti.
Gel gör ki şimdi bu ruhlar kura usulünce serpiştirildiğinde (!) adaletsizlik doğuyor. Kimisi zengin, kimisi fakir bir aileye düşüyor. Şans işte! Kimisi İngiliz doğuyor, kimisi Arap, kimisi de Türk. Şans işte! Kimisi Orta Asya bozkırlarında yaşamaya layık görüldü, kimisi İskandinavya'nın soğuğunda, Afrika'nın çölünde, Amazonların balta girmemiş ormanlarında. Şans işte! Kimisinin babası bir alimdi, kimisininki şarapçı bir berduş. Şans işte! Kimisi müslüman bir ailede doğup müslüman ölüyor ve cenneti garantiliyor, kimisiyse hıristiyan bir aileden kafir olarak ölüyor ve cehenneme gidiyor. Veya tam tersi... Bu da şans!
Ailelerimizi biz seçmedik, ailelerimiz bizi seçti. Ailelerimiz bizi seçerken bir kataloga bakarak saçımızın rengini, boyumuzun uzunluğunu, karakterimizin ve huyumuzun inceliklerini belirlemedi. Onlarda ne varsa bizde de onların sonuçları oluştu.
Irkımızı biz seçmedik, ırkımız bizi seçti. Irktan gelen ne varsa ona sahip olduk. İddia edilen önceki hayatlarımızın, ırklarımızın karakteristiğine bir etkisi olmadı. Irk karakteristiğinin bizim üzerimizde bir etkisi oldu. Onda ne varsa bizim üzerimizde de onun sonuçları oluştu.
Bu hayatı biz seçmedik, hayat bizi seçti. Hayatın bizi seçerken tombala gibi, bir torbaya elini sokup bizi seçmediğine eminim. Hayat bizi bir döllenmenin neticesinde seçti. O döllenme ne sonuç doğurmuşsa biz de o olduk. Yani hayat bizi önündeki seçenekler arasından değil, bir olayın tek bir sonucu olarak seçti. Ve yaşadık.
Eşit değiliz. Aynı değiliz. Farklıyız. Eşit yaratılmadık ya da eşit doğmadık. Eşitliği ancak aynı binanın içindekiler arasında tartışabiliriz. Mesela aynı aileye mensup çocuklar arasında... İşte onlar eşittir ve eşit olmayı hak etmişlerdir. Veya aynı milletin, aynı ırkın mensupları arasında....
Farklı milletlerin birbirleriyle eşit olduğunu savunduğumuz anda dünyanın ve doğanının bu düzenine karşı çıkmış oluruz. Tıpkı dünyaya erkek olarak gelen birisinin kadın olmak istemesi gibi... Veya tam tersi, kadının erkek olması gibi... Bir erkeğin nasıl ki erkeklik özelliklerinden kurtulması mümkün değilse, yapabileceği en fazla bir taklit ise; bir Türk'ün de İngiliz veya Arap'la eşit olması, aynı olması mümkün değildir. Yapabileceği en fazla şey bir taklit olur.
Milliyetçiliğe şeytan işi diyorlar. Bilakis, milliyetçilik ''doğanın işi'', hayat idamesinin zorunluluğu, yok olmamanın anahtarıdır.
Milletler de tıpkı insanlar gibi canlıdır. Mensupları tarafından korunmazsa, beslenmezse ölür. Yemek yemek, dinler tarafından günah sayılan bencillikle ne kadar alakalıysa; milliyetçilik de günah ve şeytan ile o kadar alakalıdır.
İnsan, kendisinin seçmediği, bir olayın tek bir sonucu olarak geldiği bu hayata nasıl sarılıyor, mücadele ediyorsa ve onun devam etmesini iç güdüsel olarak nasıl istiyorsa; yine kendisinin seçemediği ailesine ve ırkına yani milletine de aynı şekilde sarılmalı, mücadele etmelidir. Bu ona doğanın bir emridir!
Yaşamayı emrettiği gibi...